Ödemişli Terzi Sadık’ın hakyemez evladı
|
|
Ödemişli Terzi Sadık’ın hakyemez evladı
- A + facebookPaylaş twitterPaylaş TARİH 20 Kasım 2016 20:30
inPaylaşın
Aydın Engin’in kim olduğunu tabii ki biliyordum. Çocukluğumun müthiş oyunu “Devr-i Süleyman”ın yazarıydı. Kelle abim Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, hakikatli Umur Bugay ve Savaş’ımın can dostu Müjdat Gezen’le birlikte Halk Oyuncuları grubunu kurmuşlardı ve benim o sıra bilmediğim bir oyunu daha vardı bu yazarın: “Aykırı.” Gülriz Sururi Engin Cezzar grubunca oynanmıştı. Devr-i Süleyman’ın devamı ise, 1977’de “Devrik Süleyman” olarak Dostlar Tiyatrosu’nun o ara kullandığı Sinematek Sahnesi’nde vücud bulmuştu.
Bu politik hicviyeci oyun yazarı, gene benim o sıra bilmediğim gibi, Yılmaz Güney’in senaryo ekibi, daha doğrusu “özel senaristi” olarak da çalışmıştı. Yılmaz Abi gibi, filmi kafasının içinde çeken şarklı bir “auteur”e senaryo ekibi olmak nasıl bir ezadır, hâlâ anlattırabilmiş değilim, o ayrı.
İşte o Devri Süleyman ile ortalığı kasıp kavurdukları sıra, Aydın Engin’in gazeteciliği tutmuş. Biselman’ın Yeni Ortam gazetesi henüz dergiyken, 1969 senesinde Babıâlili olmuş. İş büyüyüp gazeteye dönüşünce Aydın Engin, parasızlıktan kırılan mevkutenin Yazı İşleri Müdürü kisvesi altında her bir şeyi olmayı pek sevmiş. Ardından İlke dergisi vardı ve elbette Parti’nin gayri resmi yayın organı Politika gazetesi...
Haldun Taner fırtınasıyla rekabet edebilecek kıvraklıkta bir kalemin, üstelik Haldun Bey donanımına ulaşabilecek enstrümanlara sahipken ve dahi henüz yirmili yaşlarını sürerken, neden oyun yazarlığını bırakıp gazeteciliğe geçtiğini merak ederdim.
Neden, sonra, Aydın’ı tanıdıkça anladım. Bu sosyalist yazarın reel-politikaya –müdahil olma- merakı bıktırılamayacak kadar yerleşik bir kişilik özelliğiyle bitişik duruyordu. Neydi bu?
Adam, kısa ve öz anlatmayı seviyor ama uzun ve belagati bol konuşmalara, bulmaca kurarak da olsa tahammül edebiliyordu. Muhteşem künh! Beraber gittiğimiz kimi televizyon yayınlarında, “Yau bu ne tahammül, ben patladım sen gülümsüyordun,” dediğimde, “Sakin ol, yolumuz uzun,” diyen de Aydın’dı.
Yeri gelmişken şu bulmaca meselesini anlatayım, bitsin. Uzun ve meşakkatli toplantılarda, hemen herkes önündeki kâğıda bir şeyler çiziktirir, malûm. Mesela bizim Neşe Erdilek’in, keskin bir portreci olduğunu böyle toplantılarda fark etmiştim. Bizim abimiz olan Terzi Sadık’ın oğlu da, bulmaca düzenler. Pek abartmadan, genellikle 8/8 düzeninde kutuları çizer sonra da içini doldurur. Pipo da içtiği için, o esnada pek mühim bir meseleyle ilgileniyormuş izlenimi yaratarak dokunulmazlık aylasını etrafına yerleştirir. Hani pipo yakanlar, sizi çok iyi dinliyor sanırsınız ama onlar o sırada sadece haznedeki tütünle ilgilidir ya... Aydın Engin de, sıkıldığını belli etmemek için kâh piposunu karıştırır, bazen söz sırası gelmesine rağmen, bulmacasını bitirmediği için, “Biraz sonra konuşacağım, Ayşe devam etsin,” filan der.
Gazetecilik kısmı ayrıca da önemli, çünkü, Aydın Engin haberi daha haber olmadan, âdeta gözünün ferinden yakalayan bir cinsin nadide örneklerindendir. Buna “etraflı zekâ” da diyebiliriz ve Gümüşlüklü mimar Uzun Ahmet’in tarifiyle, aklın posta kutuları arasında koşturan postacının hızı diye de anlayabiliriz. Uzun Ahmet, “Posta kutularının içi boşsa, postacı ne yapsın,” derdi. Aydın’ın posta kutuları ise tıklım tıklımdır.
Aydın Engin kısa boylu, bildiğiniz “piknik” tipteki bir adamdır. Ceket kollarını hep uzun tutması, bir ara biraz daha uzayabileceğini düşünmesinden midir, bilemem. Kim bilir, Terzi Sadık Bey’in tarzı böyleydi... Nedir, babam Adnan Alkaya gibi, Başar Sabuncu gibi bir miktar kısa boylu adamda gördüğüm şaşırtıcı bir aurası da vardır. Bulunduğu ortamı, herhangi bir şey yapmasına gerek kalmaksızın etkileyen bir auradır bu. Bir de gülümsemesi vardır –ki en ciddi anlarda yanaklarında beliren bu gülümsemeye ayrı bir hasret de duyabilirsiniz, hele Aydın’ı bir süre görmezseniz eğer.
Darbeli cumhuriyetimizde, memleket dahilindeki toplam iki haneli Türkiye Komünist Partisi üyesinden bir tanesi de oydu. Bu münasebetle ülkesinde yaşamak imkânı elinden “yanlışlıkla” alınmış, Frankfurt vilayetinde taksi şöförlüğü yaparak aile geçindirmiştir zaten. Bu “yanlışlıkla”yı da açıklayayım da yanlış anlaşılmasın. ’80 senesinda Aydın ceza üzerine ceza alırken, yanlışlıkla tahliye edilmiş ve gurbet serüveni de böyle başlamıştı.
Bizim Aydın Engin’le asıl münasebetimiz, biraz daha sonra, Barış Girişimi dolayımında vücut buldu. Her hafta, Hanif Han’da buluşup memlekete eyvahsız bir güzergâh önermeye çalışan bir grup kadın ve adamdık. Kâh nafile kürek çektik, kâh Türkiye’yi 2003’te savaştan esirgemekte büyük rol oynadık ve daha çok biribirimizi tanıdık, anladık, anlaştık.
Sokak gösterilerimiz pek matraktı mesela. Bir keresinde, büyük bir insan zinciri yapmıştık İstiklal Caddesi’nde. Kortejin bir başını ben tutuyordum, diğer başını Aydın. Gençliğin tükenmez pınarı gibiydik o gün.
Aydın Engin, Yeni Yazı nâm bir dergiye, benimle ilgili bir yazı yazmıştı. Sadece o yazıyı almış olsaydım ödül olarak, bu hayatta yeterdi zaten bana. Üç zamanda anlatmıştı beni ve galiba biri bu insan zinciriydi. Hâlâ sormadım, ben “no name” yaptığımız bir işi her bitirişimde “Bir tas konyak içelim haydi,” dermişim. Her seferinde konyak içmeyi mi teklif ederdim sahi? Viski... rakı...?
Kıymetli bir arkadaşım, Tektaş Ağaoğlu, “İnat etme, gel sana kısa konuşmayı öğreteyim,” der dururdu. Ben hâlâ öğrenemedim ama Aydın, bir kısa konuşma ustasıydı ve onu hep kıskandım. Birkaç kelimeyle, atalarımızın “Bilal’in anlayacağı dille” dediği şekilde derdini anlatabilen bir adamdır Aydın, gel de kıskanma.
12 Eylül 2010 referandumuna gelirsek... Aydın’la bariz biçimde ters düştüğümüz yegâne vakadır bu. Aydın’ın berrak aklına, sprinter zekâsına, dolu posta kutularına kızdığım yegâne zaman dilimidir aynı zamanda... Anlaşmazlığa düştük. Tekmil Barış Girişimi anlaşmazlığa düştü o sıra. Olsun. Aydın neye inandıysa onu söyledi.
Aydın Engin, Ödemişli Terzi Sadık’ın hakyemez evladıdır, neye inanırsa onu söyler ve bedeli neyse gülümseyerek öder.
|
|